Sisteme Dair: 17 Haziran

Şimdiden kusura bakmayın, biraz düzensiz bir yazı bekliyor sizleri. Üstelik iki senedir kalemim döndüğünce yazmaya çalıştığım sistem analizlerinin de çok dışında olacak bu yazı. Zaten daha futbol takımının teknik direktörü ortada yokken o minvalde bir şeyler karalamanın da pek manası yok. Fakat kendi köşemde kendi köşe ismimle yazmak istedim, çünkü gene bir sistemden bahsedeceğiz. Ama bu sistem 4-4-2, 3-4-3 gibi futbolun taktik yönünü anlatmaya çalışan bir sistem değil ne yazık ki. Bahsettiğimiz sistem güzel ülkemizin içine düştüğü bataklığın sistemi... 

Bu blogun adeti değildir pek politikaya girilmesi ki Galatasaraylılar genel olarak spora siyaset karıştırmayı sevmezler. Lakin ülkenin içine düştüğü halde politikanın kirletmediği pek bir şey kalmadı ne yazık ki. Spor da bu kirlenmeden, bu yozlaşmadan payını fazlasıyla aldı. Aslında ülkenin neden bu durumda olduğunu anlatmak için çok derin sosyokültürel bir analiz yapmak lazım, kitap yazılır, yazılmıştır da lakin bir gece yarısı benim buna dermanım yok. Zaten ortalama okurun ikinci paragrafta sıkıldığı ülkemde kitap yazmanın da pek değeri yok ya neyse... Evet, sizin de fark ettiğiniz gibi karamsar bu yazı çünkü karanlığın içinden yazılıyor. Sanki klavyemin tuşları dahi çamura bulanmış, her bastığımda pis bir ses kulağımda, yazma diyor, düşünme diyor ama bu beyin de bunlar için oraya konmuşsa bazı şeyler istesen de olmuyor.

Tamam, konuya girelim. Konumuz kolormatik gözlüklü bir şahsın tek oyla seçim kazanmasıyla başlıyor aslında. En azından spordaki çamurun doruğa doğru hareketlenmesi böyle başlıyor. Bu zat önce kendi kulübünde var olan demokrasiye tecavüz ediyor, farklı seslerin farklı söylemlerin dillendirildiği grupları teker teker yok ediyor taki tek ses kalana kadar. Bunu yaparken en çirkin, en pis metotlara başvuruyor, dövüyor, dövdürtüyor, sövüyor, sövdürtüyor ve sonunda Galatasaray'a rakip olsun diye kurulan yüz senelik camiayı kendi çiftliği haline getiriyor. İpleri eline aldıktan, kulübü koyun sürüsüne tapulattıktan sonra da icraata girişiyor. Uyuşmuş güruhun önünde bir gün "Başlarda acemilik yaptık. Şimdi tecrübeliyiz... Bunca yıllık başkanlık deneyiminde maçların sadece sahada kazanılmadığını da öğrendim." diyerek zaten bundan sonraki niyetini de belli ediyor. Aradan geçen yıllar ve kazandığı şaibeli başarılardan sonra Galatasaray'ın çok gerilerde kaldığı 2010-2011 sezonunda Trabzon'un kupasını da örgütüyle beraber çalıyor aynı zat. Fakat beklenmeyen bir şey oluyor, siyasi iradenin kendi düşmanlarını yok etmek için güçle donattığı yargı mensupları bu zat ve çetesinin üstüne çöküyor, pisliklerini tape tape ortalığa saçıyor ve sporumuzu içine düştüğü bataklıktan kurtarma noktasına geliyor. Yıllar geçiyor, bu zat ve çetesi hapis yatıyor, dava üstüne dava kaybediyor, alınabilecek tüm mahkemelerden ceza alıyor fakat sıfırdan kendi oluşturduğu kongre tarafından başkan seçiliyor yani koca camiası onun pisliğini sahipleniyor, aynı pisliğe bulaşıyor. Tam kendisinden kurtulma vakti gelmişken bu sefer aynı yargı mensupları siyasi iradenin pisliklerini açığa çıkarmaya çalışınca çanak çömlek patlıyor. Saygı değer hakimler, savcılar "paralel" oluyor ve bu zata gene kurtulma, gene Türk Sporu'nun ırzına geçme şansı doğuyor.

Bunlar olurken koca Galatasaray ne yapıyor peki? Yoğun baskı altında elimizden geleni yapmakla başlıyoruz, üfleyerek sönmeyecek ateşlerden bahsediyoruz, hak edene hak ettiği cezanın verilmesini istiyoruz ama zamanla çarpık düzenin baskıları vergi cezalarıyla, stat tehditleriyle sesimizi kısıyor, siniyoruz. Fikrimiz hür, vicdanımız hür, bireysel olarak pisliğe pislik diyoruz fakat bu düzenin çamuru organizasyon olarak elimizi kolumuzu bağlıyor, Trabzon'u yalnız bırakıyoruz. Peki bu ülkenin ışığı olan, eğitimin ve ahlakın temsili olan Galatasaray'a bu yakışıyor mu? Asla yakışmıyor ama biraz da umudumuzu bu düzenin dışından gelecek müdahillere bağlıyoruz. Susuyoruz, sabrediyoruz, kendi koyduğumuz ahlak kurallarıyla oynamaya çalışıyoruz ve bu zatın takımıyla oynadığımız basketbol final serisine kadar bir bağırıp bir susarak geliyoruz. Tabi karşımızdaki örgüt lideri, yaptıklarıyla da cezalandırılmayı bırakın neredeyse ödüllendirilecek duruma gelmiş, vuruyor kırbacı. Hak ettiğimiz şampiyonluğu çalmak için her türlü pisliğe başvuruyor ve sonunda zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Kurumsal olarak da anlıyoruz ki bu işin sonu yok. Bu çamur deryası kurutulmadan hastalık taşıyan haşeratın çekilip gideceği yok. Düzen neyi emrederse emretsin bizim değer yargılarımızdan vazgeçme lüksümüz yok. Bırak vazgeçmeyi, susup uzaktan izleme ihtimalimiz dahi yok. Çünkü bu çamura batmış ülke bizim, sorumluluğumuz var ve uyanıyoruz. İşte 17 Haziran bu uyanışın günü, camia olarak, en üst düzeyde,"pisliğe pislik", "ahlaksıza ahlaksız", "şikeciye şikeci" dediğimiz gün. Karşımızda bir yandan devrim şehitlerinin isimlerini tişört geliri için kullanırken diğer yandan onların katillerinden söz alanların olduğunu hatırladığımız ve bu zavallı zihniyete karşı artık kazanana kadar bitmeyecek bir savaşı açtığımız gün...

Ey Galatasaraylı!
17 Haziran 2014'ü unutma ve bu başkaldırıyı başlatanları yalnız bırakma. Sen aşağıdaki dizeleri yazan insanların mirasçısısın, ihanete düşme. Sonuna kadar, bu pislik yuvası kuruyana kadar savaş, bundan sonra susma. Oku ve anla!


Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.
İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim.


Hiç yorum yok

Okumuş olduğunuz başlık hakkındaki yorumunuzu bırakmak için lütfen aşağıda bulunan alana görüşlerinizi belirtiniz. Unutmayınız ki; yorumlarınız blog ekibinin onayı doğrultusunda görüntülenecektir. Hakaret ve küfür içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Blogger tarafından desteklenmektedir.
google.com, pub-1379219663774483, DIRECT, f08c47fec0942fa0